Türkiye'nin Genel Kurmay Başkanına ve bir ton rütbeli askerine
terörist diyecekler, hapse atacaklar. "Ulan nasıl olur?" demeyeceksin,
inanacaksın.
Ses kayıtları çıkacak, montaj diyecekler ama montaj olduğu ispatlanamayacak. Ama sen "Montajmış yeaa" diyeceksin, inanacaksın.
Abdullah Öcalan'a sayın diyecekler, birlikte pazarlıklara girecekler, sesin çıkmayacak.
Sonra çıkıp yıllardır göbekten bağlı oldukları cemaat için, o askerleri
kol kola hapse attıkları cemaat için terör örgütüdür diyecekler.
İnanacaksın.
Kimi cemaat, kimi değil bilmediğin binlerce polis,
savcı sürülürken hepsinin cemaatçi olduğuna inanacaksın, hiiç sesin
çıkmayacak.
Sonra o pazarlıklara girdikleri kişiler 400
milletvekili vermeyince, seni başkan yaptırmayacağız deyip, gerçekten
başkan yaptırmayacak, bu yüzden ülke savaş alanına dönecek, PKK yaptı
diyecekler. Vay terörist PKK deyip kuduz köpekler gibi salyalar saçarak
PKK'ya küfredeceksin, vay benim askerim polisim diyeceksin.
Ama terör saldırıları için mecliste araştırma komisyonu açılmasın
diyecekler. "Yahu neden ki?" diye sormayacaksın, sesin çıkmayacak.
Birilerinin inan dediğine inanacak, terörist dediğine terörist diyeceksin.
Madem bu konularda o kadar hassastın, bu saate kadar niye sesin çıkmıyordu demezler mi?
Sonra 1 Kasım'da gidip bunlara oy vereceksin.
Ben senin gibi her söylenene inananlardan değilim kardeşim. İnanmıyorum
ben. Benim işim inanmakla değil bilmekle. Bilmek için çaba
sarfediyorum.
Sen sana istediğin şeyleri söyleyecek bir gazeteyi
okurken, ben tüm gazeteleri okuyup, hepsinin yalanlarını süzüp, gerçeği
anlamaya çalışıyorum mesela en basitinden.
Ama bir sorun var. Sadece ben bilince olmuyor.
Ben bunları yapanlara birşey söylediğim zaman devlet büyüğüne hakaretten içeri atılıyorum, vatan haini ilan ediliyorum.
Sana birşey söylediğim zaman, seni uyandırmaya çalıştığım zaman halkı kin ve düşmanlığa sevketmiş oluyorum.
Elime bayrak alıp alkışlayarak protesto ettiğim zaman gaz yiyorum, cop yiyorum, terörist oluyorum, çapulcu oluyorum.
Barış diye miting yapıyorum üzerime bomba atıyorlar, ölüyorum, bak ülkeyi karıştırmak için kendilerini patlattılar oluyor.
E nasıl olacak be kardeşim?
Senin uyanmanı daha ne kadar bekleyecek bu
ülke?
Senin korkularını yenmeni, inandıklarını sorgulamanı, hayatındaki
en ufak bir bilgiyi sorgulamanı daha ne kadar bekleyecek?
Arayışım....
11 Ekim 2015 Pazar
2 Eylül 2015 Çarşamba
Baba Sembolizmi Üzerine
İnsanın hayatında herşeyin bir sembolizmi olduğu gibi "baba" nın da
bir sembolizmi vardır. Baba, kişi için kendisinin seçmediği, onun
iradesi dışında bir şekilde onun başına gelmiş ve onun üzerinde
yetkileri olan, belki onun sahibi gibi duran bir otoriteyi de temsil
eder.
Burada bir parantez açarak, bazı doğu öğretilerinde yer
alan, biyolojik babamızı ve annemizi seçerek gelen ruhlar olduğumuz
görüşünü şimdilik bir kenara bırakıyorum. Zira burada biyolojik babadan
bahsetmiyorum. Baba sembolünden bahsediyorum. İnsanın hayatında bazen
bir arkadaşı, bir akrabası ya da hatta güçlü bir kadın bile (hani devlet
gibi kadın derler ya) bir baba sembolü olabilir.
Baba bir
şekilde kişinin başındadır, ona emreder, birşeyler söyler, görüşü
önemlidir, kızdırmak istemeyeceğin bir otoritedir, şiddetinden,
hışmından korkulur. Onun isteyeceği şekilde davranmak, onun tarafından
onaylanmak çok önemlidir. Kişi hiç umrunda değilmiş gibi davransa bile,
babanın kendisine ne söylediği, kendisi hakkında ne düşündüğü, onu
onaylayıp onaylamadığı, sevip sevmediği kişi için çok ama çok önemlidir.
Baba tarafından onaylanmak büyük bir motivasyon yaratabilirken,
onaylanmamak büyük bir depresyon ve agresiflik yaratabilir.
Hayatımızda babanın nasıl bir durumda olduğu çok önemlidir ama diğer
yandan baba sembolü ile etkileşimimizde kendi durumumuzu, baba sembolüne
bakışımızı anlamamız da çok ama çok önemlidir. Nasıl bir baba
istiyoruz? Ya da bizim irademiz dışında başımızda duran, bizden önemli
beklentileri olan, bize sorumluluklar yükleyen bu otoriteyi ne kadar
kabullenebiliyoruz? Acaba emirler yağdıran ve korkulan bir figür mü
olmalı bu baba, yoksa arkadaş canlısı, bizi dinleyen, anlayan, seven,
merhametli bir baba mı olmalı? Ya da biraz ondan biraz bundan mı?
Saygının içinde birazcık korku da olmalıdır diyenlerden miyiz, yoksa
asla ve asla korkmayan ve herhangi bir şekilde üstünlüğü ve otoriteyi
kabul etmeyen biri miyiz? Ya da bir babayı hiçbir şekilde kabul etmeyen
ve kendi kendimizin babası olmayı seçmiş biri miyiz? Bir evrensel kanun
olarak unutmayalım ki, baktığımız şey de bize bakar. Bizim ona bakışımız
onun bize bakışını etkiler. Bu sebeptendir ki iki kardeşin aynı babaya
bakışları farklı, aynı babanın ikisine yaklaşımı farklı olacaktır.
Biyolojik babamız da dahil olmak üzere hayatımızda bir dizi unsuru baba
sembolü ile eşleştiririz. Baba sembolüne bakışımız aynı zamanda çalışma
hayatımızda karşılaştığımız yönetici ve patron figürlerine, yaşadığımız
ülkedeki devlet otoritesine ve bazı durumlarda kadınlar için koca
figürüne bakışımız ile paralellik gösterir. Babamızın otoritesini ne
kadar kabullenebiliyorsak, devlet otoritesini de, yöneticimizi de o
kadar kabullenici olabiliriz. Ya da tam tersi. Kadınlar da babaları gibi
birer koca isterken, kocalarının otoritesini de babalarının otoritesi
kadar kabul ederler ya da etmezler.
Baba figürünün hayatımıza
getirdiği bazı sorumluluklar vardır. O sorumlulukları almamızı ister. Ne
istediğimizin, ne düşündüğümüzün pek önemi yoktur. Ondan gelen bu
görevler bir şekilde yapılmalıdır. İşte bu sorumlulukları alıp almama
konusundaki tavırlarımız, kabullenme dozumuz, sorgulayışımız da baba,
patron, devlet, (kadın isek) koca gibi figürler arasında benzerlik
gösterir. İnsanlar kendi algılarındaki baba sembolü ile örtüşen
durumlarda biyolojik babaları, patronları ve devlet adamları ile iyi
geçinirken, baba sembollerine uymayan durumlarda bu unsurlarla
çatışırlar. Bir düşünün babanız ile ilişkiniz, devlet mekanizması ile
ilişkinize benziyor olabilir mi? Ya da yöneticinize? Baba sorgulanabilir
mi, ona karşı gelinirse ne olur, onu olduğu gibi kabul eder misiniz
yoksa değişmesi için talepte bulunacak cüreti gösterebilir misiniz?
Erkekler için de babalık aynı zamanda kendi çocukları olduğunda onlara
yaklaşımları, onlar üzerinde kuracakları otoritenin şeklini de
belirleyen bir unsurdur. Bir erkek olarak kişi nasıl bir yönetici ise,
çocuğu ile ilişkisi de o paralellikte olacaktır. Baskıcı, kontrol etmek
isteyen, özgür bırakmayan, hataya izin vermeyen bir yönetici, bir baba
olarak çocuğuna da benzer şekilde davranacaktır. Eğer bu kişi bir devlet
makamında bulunacaksa, onun halkına bakışı ve yaklaşımı da çocuklarına
olduğu gibi olacaktır. Korkulan bir baba, korkulan bir devlet adamı,
sevilen ve demokratik bir baba aynı şekilde halkının özgürlüklerine
saygı duyan ve demokrasiyi savunan bir devlet adamı olacaktır.
Kısacası bir devlet adamını ya da bir yöneticiyi daha iyi anlamak için
onun nasıl bir baba olduğunu anlamamız çok önemli. Kişinin illa ki
çocuğu olması da gerekmiyor aslında. Çünkü ilk başta dediğim gibi
biyolojik bir babalıktan değil, sembolizmden, işin psikoljisinden
bahsediyorum. Kişinin özel hayatında çocuklara, gençlere yaklaşımı,
başka birinin sorumluluğunu alabilme kapasitesi ve tarzı, devlet
makamında halkına olan yaklaşımı ile benzeşir. Aynı şekilde biz nasıl
bir babaysak, başımızda da öyle bir baba görmek istiyor olabiliriz.
Her baba çocukları için "kendince" en iyi olanı ister tabii ki. Fakat
bu istedikleri nasıl bir şeyler? Ve çocukları için istediklerini
gerçekleştirme şekli nasıl? Onlar için nasıl bir gelecek istiyor,
onların hayatını ne kadar umursuyor? Kendisini çocuklarının sahibi gibi
mi görüyor? Yoksa hiç bir şeyin sahibi değil, sadece bir süre için
onları koruyan, gözeten biri olduğunu mu kabullenmiş? Kendisine emanet
edilmiş olan bu çocuklara nasıl davranıyor? Tek kural koyucunun kendisi
olduğunu mu düşünüyor yoksa kendisinden üstün ve herkesin hakkını
belirleyen bir hukuk mekanizmasına güveniyor, en nihayetinde de ilahi
yasalara göre davranıyor mu? Gücü nasıl kullanıyor? Adilce mi? Demoratik
bir şekilde mi? Peki ya bir çocuğun bir babayı, halkın da devleti
sorgulama hakkı var mıdır?
Toplumumuzda baba sembolü daha çok karşı gelinemez, sorgulanamaz, otoriter bir baba sembolü olarak görüldüğü sürece bu durum babanın kendi bildiğini okuması için bir sebep olacaktır. Kuralları o koymak isteyecek ve elindeki gücü istediği zaman, istediği şekilde kullanmaktan çekinmeyecektir. Şahsen yer yüzünde sorgulanamaz kimse olmadığına inanıyorum. Herkes yaptıklarından sorumludur ve ben sadece yüce varlığa hesap veririm diyerek insanları bir kenara itemez, itmemelidir.
Şimdi aşağıdaki videoyu bir
izleyin. Bu adamı Amerika'nın devlet başkanı olarak değil, bir devlet
adamı olarak değil, bir baba sembolü olarak izleyin. Bu baba sembolü
sizinkine benziyor mu? Benzemesini ister miydiniz? Bir düşünün. Devlet
otoritesi toplumun çoğunun görmek istediği baba sembolüdür. Kişilerin
hayatlarındaki baba sembolü çağdaşlaşmadığı, demokratikleşmediği sürece
devlet otoritesinde karşımıza gelecek karakterler de üç aşağı beş yukarı
aynı olacaktır.
31 Temmuz 2015 Cuma
İnsan için en zararlı 3 şey
Psikologlar, psikiyatristler, doktorlar, şifacılar, bilim insanları,
spiritualistler ve pek çok alanında uzman kişi insanın zihin, ruh ve
beden sağlığı için en zararlı, insan için en tehlikeli üç şeyden
bahseder.
Korku, öfke ve nefret.
Toplumu nefrete bulamak bir yönetim ihtiyacıdır. Çünkü barışçıl bir toplum yönetilemez. Yönetilmeye ihtiyacı olmaz. Fakat kavga varsa birilerinin gelip son sözü söyleme ihtiyacı doğar. O yüzden kavga hep olmalıdır, o yüzden kavga yaratılır. Tabii ki nefret ile tutuşturarak.
Topluma "istediğinizi yaptırabilmeniz" (isterseniz "yönetmeniz" diyeyim) için önce bolca korkutmanız, korktuğu şeyden onu sizin koruyacağınız garantisini vermeniz gerekir. Yani korkulacak birşey yaratmanız gerekir. Sonra karşıtlıklar yaratırsınız. Küçük topluluğunuzun karşısında duran, düşündüğüne zıt olanı savunan ve onu öfkelendiren bir kesimi de devamlı işaret etmeniz gerekir. Korku ve öfke bolca hissedildikten sonra nefret kendiliğinden gelir.
Peki bunun pratiğini, günlük egzersizini nasıl yaptıracaksınız topluma?
Tabii ki medya ile...
Kork, devamlı kork! Hiç iyi birşey yok, kork! Birileri dünyayı yönetiyor, bizi köleleştiriyor, kork! Teröristler var, kork! Kemalistler var, kork! Dinciler var, kork! Ondan kork, bundan kork. Kork ve öfkelen.
Gazete okumuyor musunuz? O zaman tv programları, diziler. Her yerde, her şekilde bir birini yiyen, birbiriyle kavga eden, sizi gerdikçe germek için ellerinden geleni yapan kuklaların koşturduğu, yarışma programları, yemek programları, acaip realite şovlar. Bunlar 15 yıldır gittikçe dozunu artırarak toplumda nefret hissini yaygınlaştırıyor. TV karşısında her gün azar azar ve farkında olmadan birilerinden, birşeylerden nefret etmenin pratiğini yapıyorsunuz.
Geldiğimiz noktada nefret duygusu çok aşina olduğumuz, her şeye karşı ve hızla hissedebileceğimiz bir duygu haline geldi. Tanıdığımız ve sevdiğimiz 3-5 kişi dışında herkesten ve herşeyden nefret ediyoruz. Hatta (belki farkında değiliz ama) bir an içinde o sevdiklerimizden bile nefret edebilir durumdayız. Her yerde kavga ediyoruz. Sokakta, otobüste, metroda, trafikte içimizden atamadığımız nefreti, video ve haber sitelerine girdiğimiz yorumlarda, sohbet odalarında, bilgisayar oyunlarında, sosyal medyada atmaya çalışıyoruz. Ama yetmiyor, her geçen gün daha fazla nefret nefret nefret.
Bu üç duygu, korku, öfke ve özellikle nefret sizi yer geçen gün daha dayanılmaz bir mutsuzluğun içine sürüklüyor. Bu hislerin sizin için bir yararı olmadığını zamanın bilgeleri söylediği gibi, günümüzün tıp ve bilim insanları da söylemektedir. O halde oturup düşünmemiz yararımızdadır. Ne yapacağız?
Nefret neden var? Nefret neden yaratılıyor? Nefret kime yarar sağlıyor? Kimler nefreti bir araç gibi kullanıyor? Kimler birilerinden nefret etmemi istiyor? Hangi araçlar nefret etmemi sağlıyor, nefretimi artırıyor?
Medya için de şu soruları sormamız bence çok yararımıza...
Medya neden var? Bu soruya cevabınız "Haber vermek için" ise bence bir kez daha düşünün. Kimsenin size haber vermek gibi bir derdi yok. Sadece ve sadece onlar gibi düşünmenizi istiyorlar o kadar. Tüm gazeteleri birlikte okuyorsanız ne dediğimi anlayabiliyorsunuzdur. Yok öteki gazeteyi hayatta okumam kardeşim diyorsanız siz de nefretten beslenen bir konumdasınız. Bu durumda Buddha'nın bahsettiği "zehiri kendi içip karşısındakinin ölmesini bekleyen" insanlardan birisiniz. Üzgünüm.
Neden bir medya kuruluşunun 3-5 tane televizyonu, 8-10 tane gazetesi var? Neden toplamdaki medya aktörlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor? Kim bunlar? Amaçları ne?
Medya'da bir konuda yalan söylenirse ne oluyor? Sonraki süreç nasıl işliyor? Bunun kime ne zararı, kime ne yararı oluyor?
Bir medya kuruluşu her haberi vermek zorunda mı? Böyle bir sorumluluğu var mı gerçekten? Bir haberi vermezse ne oluyor?
Nefretten beslenmeyen medya kuruluşu var mı? Savaş, terör vs haberlerini geçtim, hiç birşey yoksa o onu vurdu, bu buna tecavüz etti, kötü bir olay göklere çıkartılıyor, haftalarca bu tarz malzemelerden haber yapılıyor. Bunun kime yararı var bir düşünün?
Bu soruların cevaplarını dürüstçe, tarafsızca aradığımızda göreceğimiz odur ki, nefret ile yaptığımız hareketler çok büyük oranda parayla ilişkilendirilebilir bir takım sonuçlar yaratmaktadır. Biz ise zihinsel, ruhsal ve en nihayetinde fizyolojik sağlığımızı yitirmekte, hayat kalitemizi düşürmekte ve ömrümüzü kısaltmaktayız.
Bu sebeple;
Her kim ya da her ne olursa olsun, bizi nefrete, öfkeye ve korkuya sevkeden ne varsa bir an önce hayatımızdan çıkarmamızı diliyorum.
Korku, öfke ve nefret.
Toplumu nefrete bulamak bir yönetim ihtiyacıdır. Çünkü barışçıl bir toplum yönetilemez. Yönetilmeye ihtiyacı olmaz. Fakat kavga varsa birilerinin gelip son sözü söyleme ihtiyacı doğar. O yüzden kavga hep olmalıdır, o yüzden kavga yaratılır. Tabii ki nefret ile tutuşturarak.
Topluma "istediğinizi yaptırabilmeniz" (isterseniz "yönetmeniz" diyeyim) için önce bolca korkutmanız, korktuğu şeyden onu sizin koruyacağınız garantisini vermeniz gerekir. Yani korkulacak birşey yaratmanız gerekir. Sonra karşıtlıklar yaratırsınız. Küçük topluluğunuzun karşısında duran, düşündüğüne zıt olanı savunan ve onu öfkelendiren bir kesimi de devamlı işaret etmeniz gerekir. Korku ve öfke bolca hissedildikten sonra nefret kendiliğinden gelir.
Peki bunun pratiğini, günlük egzersizini nasıl yaptıracaksınız topluma?
Tabii ki medya ile...
Kork, devamlı kork! Hiç iyi birşey yok, kork! Birileri dünyayı yönetiyor, bizi köleleştiriyor, kork! Teröristler var, kork! Kemalistler var, kork! Dinciler var, kork! Ondan kork, bundan kork. Kork ve öfkelen.
Gazete okumuyor musunuz? O zaman tv programları, diziler. Her yerde, her şekilde bir birini yiyen, birbiriyle kavga eden, sizi gerdikçe germek için ellerinden geleni yapan kuklaların koşturduğu, yarışma programları, yemek programları, acaip realite şovlar. Bunlar 15 yıldır gittikçe dozunu artırarak toplumda nefret hissini yaygınlaştırıyor. TV karşısında her gün azar azar ve farkında olmadan birilerinden, birşeylerden nefret etmenin pratiğini yapıyorsunuz.
Geldiğimiz noktada nefret duygusu çok aşina olduğumuz, her şeye karşı ve hızla hissedebileceğimiz bir duygu haline geldi. Tanıdığımız ve sevdiğimiz 3-5 kişi dışında herkesten ve herşeyden nefret ediyoruz. Hatta (belki farkında değiliz ama) bir an içinde o sevdiklerimizden bile nefret edebilir durumdayız. Her yerde kavga ediyoruz. Sokakta, otobüste, metroda, trafikte içimizden atamadığımız nefreti, video ve haber sitelerine girdiğimiz yorumlarda, sohbet odalarında, bilgisayar oyunlarında, sosyal medyada atmaya çalışıyoruz. Ama yetmiyor, her geçen gün daha fazla nefret nefret nefret.
Bu üç duygu, korku, öfke ve özellikle nefret sizi yer geçen gün daha dayanılmaz bir mutsuzluğun içine sürüklüyor. Bu hislerin sizin için bir yararı olmadığını zamanın bilgeleri söylediği gibi, günümüzün tıp ve bilim insanları da söylemektedir. O halde oturup düşünmemiz yararımızdadır. Ne yapacağız?
Nefret neden var? Nefret neden yaratılıyor? Nefret kime yarar sağlıyor? Kimler nefreti bir araç gibi kullanıyor? Kimler birilerinden nefret etmemi istiyor? Hangi araçlar nefret etmemi sağlıyor, nefretimi artırıyor?
Medya için de şu soruları sormamız bence çok yararımıza...
Medya neden var? Bu soruya cevabınız "Haber vermek için" ise bence bir kez daha düşünün. Kimsenin size haber vermek gibi bir derdi yok. Sadece ve sadece onlar gibi düşünmenizi istiyorlar o kadar. Tüm gazeteleri birlikte okuyorsanız ne dediğimi anlayabiliyorsunuzdur. Yok öteki gazeteyi hayatta okumam kardeşim diyorsanız siz de nefretten beslenen bir konumdasınız. Bu durumda Buddha'nın bahsettiği "zehiri kendi içip karşısındakinin ölmesini bekleyen" insanlardan birisiniz. Üzgünüm.
Neden bir medya kuruluşunun 3-5 tane televizyonu, 8-10 tane gazetesi var? Neden toplamdaki medya aktörlerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor? Kim bunlar? Amaçları ne?
Medya'da bir konuda yalan söylenirse ne oluyor? Sonraki süreç nasıl işliyor? Bunun kime ne zararı, kime ne yararı oluyor?
Bir medya kuruluşu her haberi vermek zorunda mı? Böyle bir sorumluluğu var mı gerçekten? Bir haberi vermezse ne oluyor?
Nefretten beslenmeyen medya kuruluşu var mı? Savaş, terör vs haberlerini geçtim, hiç birşey yoksa o onu vurdu, bu buna tecavüz etti, kötü bir olay göklere çıkartılıyor, haftalarca bu tarz malzemelerden haber yapılıyor. Bunun kime yararı var bir düşünün?
Bu soruların cevaplarını dürüstçe, tarafsızca aradığımızda göreceğimiz odur ki, nefret ile yaptığımız hareketler çok büyük oranda parayla ilişkilendirilebilir bir takım sonuçlar yaratmaktadır. Biz ise zihinsel, ruhsal ve en nihayetinde fizyolojik sağlığımızı yitirmekte, hayat kalitemizi düşürmekte ve ömrümüzü kısaltmaktayız.
Bu sebeple;
Her kim ya da her ne olursa olsun, bizi nefrete, öfkeye ve korkuya sevkeden ne varsa bir an önce hayatımızdan çıkarmamızı diliyorum.
17 Mart 2014 Pazartesi
Ustalık Üzerine
Eskiden ustalık daha zor elde edilirmiş. Eskilerin bakış açısıyla birkaç ustalık şartı:
Ustalık iddiasında bulunan kişi ustasını, ustasının ustasını, ve hatta onun ustasını, mümkünse tüm ustalık soyacını belirtmelidir.
Kişinin tüm çevresiyle ilişkilerinde kibir, korku, kontrol ve para değil sevgi, samimiyet, kardeşlik, hoşgörü ön plandaysa o kişi usta olabilir.
Ustalık iddiasında bulunan kişi ustasını, ustasının ustasını, ve hatta onun ustasını, mümkünse tüm ustalık soyacını belirtmelidir.
Kişinin tüm çevresiyle ilişkilerinde kibir, korku, kontrol ve para değil sevgi, samimiyet, kardeşlik, hoşgörü ön plandaysa o kişi usta olabilir.
Kişi kendi kendine ben usta oldum diyemez, ustası bunu söyleyebilir.
Ustayım diyen kişinin sözleri her zaman hareketlerine yansır, söylediği sözlerdeki gibi bir insan olamıyorsa usta değildir.
Ustalık ne kadar kalfan/çırağın/öğrencin olduğu ile değil, ne kadar usta yetiştirdiğin ile ölçülür.
Ustayım diyen kişinin sözleri her zaman hareketlerine yansır, söylediği sözlerdeki gibi bir insan olamıyorsa usta değildir.
Ustalık ne kadar kalfan/çırağın/öğrencin olduğu ile değil, ne kadar usta yetiştirdiğin ile ölçülür.
3 Mart 2014 Pazartesi
Fanatizim Fanatizm'dir
Fenerbahçe'yi, Galatasaray'ı, Beşiktaş'ı, Tranzon'u ya da herhangi bir
takımı körü körüne tutmakla, CHP'yi AKP'yi ya da herhangi bir partiyi
körü körüne tutmak aynı derecede fanatizm'dir. Bu sadece aidiyet
duygunuzu öldüresiye körükleyen afyonun, uyuşturucunun son noktasıdır.
Benim takımım şike yapmaz demekle AKP çalmaz demek, CHP de çalar ama
yine de oy veririm demek aynı şeydir. Kendinizi ait hissettiğiniz
"uğruna canım feda" dediğiniz her türlü oluşumu sadece ve sadece kendi
egonuzu tatmin için desteklemek, yanlışlarını sineye çekmek, sadece
doğrularını yüceltmek sadece kutuplaştırır. Ülkemizde olan
kutuplaşmaların tüm dünyada farklı şekillerde yaşandığını görün. Tüm
kutuplaşmaların altında yatan tema aynıdır. O küçük dünyanda yaşadığın
kendi hukuksuzluğun, yalanların, nefretin, parmağınla hep başkasını
işaret edişin, dedikodunun içinde yüzüşündür ana tema. Mikroda ne varsa
makroda da o olmakta. Zaman şapkayı önüne koyup eğrisiyle doğrusuyla ben
ne yaptım, biz ne yaptık diye düşünme zamanıdır. Karşındakinin
yanlışlarının kendinde de oduğunu, kendi doğrularının karşısındakinde de
olabileceğini farketme zamanıdır. Aksi durum ayrı kutupları birbirinden
daha da uzaklaştıracak, uzaklaştıkça bizi bedeli ağır bir savaşın
eşiğine getirecektir. Bunu farketmezseniz o savaşa kapılıp gideceksiniz.
Farkederseniz sizi sarmalayan karmaşa bulutundan sıyrılabilir ve belki
de gerçekten özgürleşebilir, dünyanın geri kalanının da farketmesine
yardımcı olabilirsiniz. Zaman kucaklaşma zamanıdır. Sana karşı duranı
kazanma zamanıdır. İçinde kalan son sevgi zerresini sana karşı durana
verme, kucaklama zamanıdır. Yoksa yaklaşmakta olan enerji devasa bir
sifon çekilmiş gibi bir çok ruhu içine alıp öğütecek. Dünya eninde
sonunda şifalanacak. Fakat bu sırada bilincimiz biraz daha
yükselebilecek mi? Tüm mesele budur.
6 Ekim 2013 Pazar
HAYATA DAİR
HAYATA DAİR
Düşünüyorum da,
sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek...
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
naif yönlerimizin keşfedilmesi,
cesaretsizligimizin anlaşılması,
korkularımızın paylaşılması
sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız...
...Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
İstiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize.?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak.
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
...
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
o uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna
el kaldırmaya kıyamaz?
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım
karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz, silahsız biriyle göz göze gelince.
Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak.
İncinsek, yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu.
Denesek. Risk alsak. Yanılsak. Fark etmez.
...
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız coğrafya zor, sartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi.
Rabindranath TAGORE
17 Temmuz 2013 Çarşamba
Farklı Bir Gün...
O sabah her zamankinden farklıydı sanki. Sabah kalktığımda her şey daha canlı geldi gözüme. Sanki ben onlara değil de onlar bana bakıyormuş gibiydi. Terliklerim, lavabonun kenarındaki diş fırçası, elbiselerim, ayakkabılarım, kapı kolu, anahtarlarım, hepsini ayrı ayrı gördüm, fark ettim, onlar da beni fark etti. Garip bir şekilde temiz hissediyordum. Dün çok fazla yemediğim için de tatlı bir hafiflik vardı bedenimde. Sabahtan iş yerinde bir iki günaydın ve merhabanın dışında kimseyle konuşmadım. İnsanlara bakmıyordum, onlar da bana bakmıyorlardı. Öğlen olunca yakınlarda bir ufak lokantaya gittim. Yürürken kaldırımın kenarından çıkıvermiş bir tutam çimeni fark ettim. Sanki o da beni fark etti. Her zaman yaptığım gibi, gördüğüm ağaçları selamlayıp, onlara dokunarak yürüdüm ve yemek yiyeceğim lokantaya geldim.
12 Haziran 2013 Çarşamba
Bas Tetiğe
Bir ses seni uyarmaktadır. Tanırsın o sesi. Sana her zaman ne yapman gerektiğini söyleyen ve senin düşünmeden dediklerini yaptığın o ses.
"Bas tetiğe" demektedir. "Şu tekerlekli sandalyedeki adamın üzerine tazyikli su sık!". İçin cız eder. Fakat egon hemen yardımına koşar "Emri veren o, ve sen bir emir kulusun". Rahatlarsın. Sen sadece denileni yapan bir kulsundur. Yoksa gerçekten insan olarak o tekerlekli sandalyedeki insana hiç zarar veriri misin? Halbuki onlar öyle istiyorlardır. Onların suçudur. Senin değil.
16 Mayıs 2013 Perşembe
Remember
This life is... This life is... This life is a dream. This life is a dream. It'll be over in the blink of an eye. Remember who you are. Remember what you are. Whose life is this? Whose hands are these? Whose voice is this? What am I? This life is just a dream. It will be over in the blink of an eye. Remember who you are. Remember what you are. Remember who you are. Om Gan Ganapataye Namaha. This life is beautiful. This life is horrible. This life is wonderful. And this life is just a dream... A dream made of love. Remember who you are. Remember what you are. Remember who you are. Remember... You are before. Before these questions. Before an answer. Remember... You are before. Before everything...
13 Mart 2013 Çarşamba
Söz, söze muhtaç olana söylenir
söz, söze muhtaç olana söylenir
söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiye söylenir. söz söylemeden de anlayan kişiye söz söylemenin ne lüzûmu var? gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür.
temel olan maksattır ; maksada bakılırsa ikilik kalmaz ; ikilik parça - buçuklardadır; temelse birdir.
söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiye söylenir. söz söylemeden de anlayan kişiye söz söylemenin ne lüzûmu var? gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür.
temel olan maksattır ; maksada bakılırsa ikilik kalmaz ; ikilik parça - buçuklardadır; temelse birdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)